15 Kasım 2016 Salı

Köprünün


Monza’daki köprünün üzerindeyiz. Herkesin elinde bir kadeh. Parmaklarım serin bahar havasına aldırmadan zarifçe kavramış içinde soğuk beyaz köpüklü şarabın olduğu ince bardağı. Leziz kokusunu içime çekiyorum. 
Kahkahalar eşliğinde bir güzel sohbet. Konuşulanların yarısını, hatta belki de çoğunu anlamıyorum ama yine de mutluyum. Burada huzur ve rahatlık var. Memlekette arayıp da bulamadığım. Zaten o yüzden kaçmışım buralara.
Ne yapacağımı bilmez halde oradan oraya sürterken yıllardır tanıdığım, en iyi dostum kalk gel demiş. Uzun zamandır burada yaşıyor. Zaten Facebook’a attığı fotoğraflardan hep biliyorum köprü üstünü. 
Doğru ya, valla geleyim diyorum. Üç beş kuruş birikmiş parama annem de destek oluyor. Atlıyorum uçağa ver elini İtalya. Milano’ya iniyorum. Oradan da Monza. Bir güzel, bir sakin şehir ki sorma gitsin. Kasaba mı demeli acaba? Bunun önemi yok.
Pek de kimseye söylememişim gideceğimi. Sadece yazılarımı paylaştığım bir sosyal medya hesabıma bir süre Monza’dayım dönmezsem beni aramayın yazmışım.
Köprünün üstünde muhabbet bambaşka. Altımızda gürül gürül akan nehir. Sarhoşlar, neşeliler. Kimse kimseye bulaşmadan eğleniyor. Sonra uzaklardan tanıdık bir yürüyüş görüyorum. Yok artık fazla içtim galiba. Yaklaşıyor yürüyüş. 
Arkadaşımın gözlerini yakalıyorum. Bana bakıyor bir şeyler sorar gibi ya da belki anlatır gibi. Sarhoş muyum diye sormak geçiyor içimden ama o kadar eski dostum ki öyle olsam omuzuma yüklenir hadi eve der. Zaten geçen akşam demedi mi? Bir bize doğru yaklaşan uzun boylu siluete bakıyorum bir arkadaşıma. Başıyla bir şeyler işaret ediyor. Bu sırada da başım dönmeye başlıyor. Yok artık gerçekten de. Buralara kadar gelmiş olamaz ki. Nasıl gelsin? Nereden bilsin burayı?


Hiç yorum yok: